Bayramın gelişini dört gözle
beklerdi Eda küçükken. Çünkü tatlılar, harçlık, yeni kıyafetler, güzel sofralar
demekti. Kuzenleriyle beraber ne kadar da eğlenirlerdi. Bununla birlikte Eda büyüdükçe,
bayramlar sevinç yerine bir iç sıkıntısına dönmeye başladı. Artık bayramın
zihnindeki anlamı değişmişti. Artık bayram demek, yorucu akrabalar, durmadan
çay ve tatlı servisi yapmaktı onun için. En bunaldığı kısım ise akrabalardı
açık ara. ‘’Akşama kadar tabak hazırlayıp çay demlerim yeter ki kimsenin elini
öpmeyim, muhatap olmayım, sohbet etmem gerekmesin.’’ diye geçirdi içinden.
Eda akrabalarıyla yakın
oturuyordu, hepsi aynı mahallede yaşıyorlardı. Babası da annesi de bu mahallede
büyümüş, burada evlenmiş buraya yerleşmişti. Dolayısıyla hem anne tarafı hem
baba tarafı akrabalar birkaç sokak ötedelerdi. Bu durum Eda için çocukken çok
eğlenceliyken, büyüdükçe gıcık olduğu bir hale bürünmüştü.
Mahallenin en tahsillisi olmasına
rağmen şu an için çalışmayı tercih etmemesi üzerine babannesinin sürekli ‘’O
kadar okudun aslında…’’ ile başlayan cümlelerine mi gıcık olsun, yoksa hiçbir
iş yapmayan ama ailenin bir tanesi olan amcasının her karşılaştıklarında ‘’İşe
gir artık!’’ demesine mi… Öbür amcasının çocuklarının çat kapı gelip, evin tam
anlamıyla içinden geçip, cipsleri döke saça yiyip, sonra yağlı ellerini
dolaplara süre süre gitmesine ve bu esnada yengesinin hiç oralı olmamasına mı?
Teyzelerine ne demeli? ‘’Biliyor
musun Esma o meşhur Koleji kazandı… Hani sen giremedim diye ağlamıştın...’’ diyen
küçük teyzesiyle mümkün mertebe aynı ortamda bulunmamaya çalışıyordu. Büyük
teyzesi ise yakaladığı anda kötü giden evliliğini taaa Kavimler Göçünden
başlayarak anlatıyordu da anlatıyordu. Keşke sadece anlatsa, arada duyguya
kapılıp ağlamaya başlıyor, Eda ne yapacağını bilemiyordu bir türlü…
En beter kavgalar da şehir dışında
okuyan dayısı, hafta sonu kalmaya gelince çıkıyordu. Anneannesinin bel
fıtığından beri dayısı her geldiğinde Eda’larda kalıyordu. Her geldiğinde
Eda’nın annesine, ‘’Yok borcum var bilmem ne, zaten iş bakıyorum, söz bi dahaki
geldiğimde ödeyeceğim ablaların bi tanesi…’’ diyip paralarını söğüşleyip
gidiyordu. Zaten dayısı oldu bitti böyleydi. Topladığı Bayram harçlıklarını
saklardı Eda ondan, ‘’Söz bi daha gelişte vericem.’’ deyip el koyardı, bir daha
da göremezdi. Dayısı doğduğu yıl anneleri ağır bir hastalık geçirdiği için ona
annelik etmiş, her türlü bedeli ödemişti Eda’nın annesi. Çok düşkündü tabi,
evlat gibi. Dayısı da bir o kadar bu durumu kullanıyordu Eda’ya göre.
Neyse işte akrabalar… Sinir olsan
da değiştiremiyorsun…
Atsan atılmaz, satsan satılmaz…
Seçemiyor insan, bir şekilde
içlerine doğuyorsun…
Arkadaşını gönlüne göre
seçiyorsun, kafan uymazsa mesafe koyuyorsun, görüşmüyorsun. Ama aile, akrabalar
hiç öyle değil. Hem seçemiyorsun hem de hayatından istesen de çıkaramıyorsun.
Bu hayatta hemen hemen pek çok
şeyi seçebiliyorken, en kıymetli şey seçimlerimizken insanın en çok hayatında
olan insanları seçemiyor olması tuhaf değil mi?
İnsan zihni her zaman en iyiyi
seçmek ister. Bir bilgisayar oyunu oynarken bile ekip kurmak için gerekirse
tek tek seçiyor, özelliklerine bakıyor, zayıf özellikleri, güçlü özellikleri
neler diye iyice inceliyor insan. Ya da mahallede renkli istop oynarken,
‘’Aldım, verdim, ben seni yendim.’’ deyip arkadaşları takımlara ayırırken,
kavga gürültüden bazen mahalle ayağa kalkıyordu. İnsan çalıştıracağı ekibini
toparlarken de kılı kırk yarıyor, beraber çalışacağız uyumlu olacak mı diye
bakıyor. Mülakatlar yapıyor, hatta öncesinde İnsan Kaynakları Uzmanlarıyla
çalışıyor. Eşini seçerken de iyice tanımak istiyor, sonra sorun yaşamak
istemiyor.
Bu böyleyken bir ömür hayatı bize
takılı bazı insanlar var ki kimse önceden seçip denetleyemedi. Hatta belki seçecek
olsa da bunları seçmezdi. Hepsi önceden itinayla seçilip tek tek yerleştirilmiş
olacak ki doğduğumuzda gözümüzü bu insanların arasında açtık.
Hani bazı filmler olur ya, insan ne
alaka der, bunlar şimdi nasıl ekip olacak? Bu kadar alakasız birbirine gıcık
olan tipler filmin sonuna doğru öyle güzel bir takım olur ki, tam da böyle
olmalılarmış diye düşünür izleyici, bir kişiyi aralarından çıkarası gelmez.
Tıpkı bunun gibi bizler de hayatlarımız içinde hareketli dekorların olduğu
sahnelerde performans sergilerken, sınav sahamız için seçilip yerleştirilmiş
kişilerle bir araya geliyoruz. Öyle bir seçilmişler ki, kusursuz.
İnsan hayır bulmak için seçimler yapar ama çoğu seçiminde yanılır. Oysa bize akrabalarımızı seçenin hiçbir seçimini rastgele ve hatalı değil. Ondandır ki kullarına anne-babayı ve yakın akrabayı gözetmeyi, akrabalık bağlarını korumayı tavsiye ediyor.
Hayat bir performans ise bizden istenen;
sürekli çekişip durmak, kusurlara odaklanmak, memnuniyetsiz ve kazıklanmış
hissetmek mi? Yoksa bu insanların birbirimizin öyküsüne katkı sunmak için
etrafımıza yerleştirildiklerini anlayıp, güzel bir ilişki kurmaya çalışmak mı? Mümkündür
ki, ilişkilere doğru kapıdan girebilirsek, hayat filmimizin finaline doğru
‘’İyi ki kadro böyle kurulmuş, bana fırsat verseler tek birini bile
değiştirmezdim.’’ diyeceğimiz bir noktaya gelebiliriz.
Bayramlar da bunun için en güzel
fırsatlar. Zedelenen bağları onarmak, kalplerin birbirine yeniden ısınması için
birbirine ikramda bulunmak, güler yüzle sohbet etmek için.
Ne dersin Eda, zihnimizdeki
Bayram tanımlamasına bir daha bakalım mı?
&
"Galiba haklısınız" diyeceğim ama "galiba"sı fazla oldu, haklısınız.
YanıtlaSilDenemeye değer.
Eda'da kendimi buldum 🫣
YanıtlaSilKalemi tutan, bu kelimeleri birleştiren zihninize sağlık 🪻
Kaleminize emeklerinize sağlık:)
YanıtlaSil